Bireysel sorunlarla gelen danışanlarımızla yaptığımız birkaç seansın sonunda onlara ve sorunlarına karşı düşüncelerimiz şekillenir ve önce kendimize daha sonra da danışanlarımıza şu soruyu yöneltiriz; İnsanı (sizi) böyle davranmaya iten şey (sebep) nedir? Ya da çift terapisi için geldiklerinde; Bunca sorunun içinde onları (sizi) bir arada tutan şey nedir?
Bu makaleyi yazma amacım bir psikoterapist olarak insanların işe yaramasa bile bazı davranışları neden sürekli tekrar ettiğini anlamak ve okuyuculara bu konuda bir nebze de olsa farkındalık kazandırmaya çalışmaktır. Anlatmaya çalışacağım konu bizim kültürümüzde çokça bulunan; ‘’Can çıkar, huy çıkmaz.’’ gibi atasözlerimizle de anlatılmaya çalışılan durum ile paralellik göstermektedir. Ancak psikoterapi; ‘’Huyun çıkması için canın çıkmasının gerekmediğine inanmaktır.’’ Başta da belirttiğim gibi amacım insanların canlarının yanmaları pahasına neden aynı davranışları tekrar tekrar sergilediklerini, amiyane tabirle neden patinaja düştüklerini anlatmaya çalışmak olacaktır.
Amerikan bağımsızlık bildirgesinde geçen şu pasaj konuya iyi bir girizgah olur kanısındayım; ‘’Bütün deneyimler göstermiştir ki insan soyu, kötülükler katlanılır olduğu sürece, alıştığı şeyleri ortadan kaldırıp kendisine iyilik yapmak yerine, acı çekmeye daha eğilimlidir.’’ Buradan da anlaşılacağı gibi insanoğlu kendisine acı versede bir şey dayanılır olduğu sürece o durumu değiştirmek yerine katlanmaya daha eğilimlidir. Tıpkı distimik (kronik depresyon) bir hastada olduğu gibi hasta majör (ağır) depresif bir sürece girmeden yardım arayışında bulunmaz.
Bizi patinaja düşüren tepkilerin bir kısmının temeli olumsuz çocukluk yaşantılarına (bilinçdışı) dayansa da bir kısmı yıpratıcı ve travmatik güncel (bilinçli) olaylara dayanmaktadır. Var olan bir problemin başlangıcı ne kadar geriye giderse hayatı olumsuz etkileme oranı o derece artmakta hatta çözüm sürecini de bir o kadar etkileyebilmektedir. Yapılan araştırmalar karakterolojik problemlerin sağaltımının güncel problemlere nazaran daha zor olduğunu çünkü sistemin artık katılaştığı için değişiminde bir o kadar emek istediğini göstermektedir.
İnsanoğlu doğası gereği sosyal bir canlıdır. Doğumdan hemen sonra hayatta kalabilmek için başkalarına bağımlı olduğumuzdan, başkalarının (ebeveynlerimizin) bize nasıl davrandığının dünyayı ve kendimizi algılayış şeklimizi etkilemesi kaçınılmazdır. Bebek için dünya anlaması zor ve annesinin gözlerinde anlam kazanacak bir yerdir. Çocuk dünyanın nasıl bir yer olduğunu annesinin kendisiyle ve dünyayla kurduğu ilişkiden öğrenir. İlgisiz bir anne terk edilmişliği, evhamlı bir anne güvensizliği öğretirken şefkatli ve tutarlı bir anne güven duygusunun tohumlarını eker. Küçük bir çocuğun davranışlarından ve söylemlerinden, çocuğa nasıl davranıldığının açık bir kopyasını tekrar tekrar görebilirsiniz. Ebeveynlerin çocukların dünyayı algılama, karakter ve kişilik özelliklerine yaptıkları bu büyük katkının şekli çocukların neredeyse kaderlerini belirlemekte, gittikleri her yere, yaşadıkları her ilişkiye bu katkıdan bir şeyler sunmaktadırlar.
Yapılan araştırmalar şiddet uygulayan erkeklerin büyük bir çoğunluğunun çocukluklarında şiddete maruz kaldıklarını, şiddete maruz kalan kadınların çoğunun ise dengesiz ve reddedici ailelerden geldiklerini göstermektedir. Bu tip aile ortamlarında yetişen kadınların erken bir yaşta (17-20) ve genellikle çok iyi tanımadan, neredeyse ilk ciddi ilişkilerinin neticesinde evlendikleri görülmekte ve maalesef ailesinde bulamadıkları huzuru, sevgiyi, şefkati evliliklerinde de bulamamaktadırlar. Reddedilmiş, şiddete ve istismara uğramış çocukların önemli bir kısmı, sosyal ilişkilerinde (iş, evlilik, arkadaşlık vs.) ilk çocukluk döneminde geliştirdikleri davranış örüntülerinin aynıları ile tepki vermekte ve böylece istismar/şiddet döngüsünü devam ettirmektedirler.
‘’Çocukluğumuzda yaşadığımız olumlu ya da olumsuz olaylar bir yumak ipe damlatılmış mürekkep damlası gibidir, başlangıçta sadece bir leke gibi görünse de yumak açıldıkça o damladan izler görmeye devam edersiniz.’’
İnsanlar değişik durumlarda bile aynı kalmaya, öğrenilmiş tepkiler vermeye eğilimlidirler. Bu aynılıklar (şemalarımız) katılaştıkça insanın uyum sağlama yeteneği azalmakta kişisel ve kişilerarası sorunlar baş göstermektedir. İnsanoğlunun her an yeni ve orijinal bir davranışta bulunmasını beklemek kanımca bir ütopyadan ibarettir. Tıpkı yürümeyi öğrendikten sonra Acaba yürümek nasıl bir şey? diye düşünmeden yürüdüğümüz gibi birçok davranışta yürümek, su içmek, koşmak gibi otomatikleşir ve üzerinde kafa yormadan yapılır hale gelir. Ama farkında olmadan/otomatik olarak yaptığımız her davranış yürümek gibi yararlı sonuçlar doğurmamaktadır.
Çocuklukta kazanılan/öğrenilen davranış ve anlayış kalıplarımız (şema/örüntü) o dönemde işlevsel olurken ilerleyen dönemlerde işlevselliğini kaybedip kişiye yarar değil zarar vermeye başlayabilir. Mesela; şiddete eğilimli bir baba ya da annesi olan bir çocuk için dik başlılık bütün şimşekleri üzerine çekmesine sebep olurken, yumuşak başlı, uysal bir çocuk bu davranışı sayesinde şiddetten azami derecede kurtulacaktır. Böyle bir ailede büyüyen çocuğun öğrendiği şey; boyun eğmek, koşulsuz itaat etmek ve diğerlerini memnun etmek için uğraşmak olacaktır. Bu davranışlar çocukluk çağındaki tehlikeler nedeniyle o dönemde işlevsel (şiddetten koruyan) olsa da yetişkinlik döneminde; koşulsuz itaat etmenin, boyun eğmenin ve memnun etmeye çalışmanın sonucu maddi-manevi suistimale sebebiyet verebilmektedir.
Aşağıda anlatılan kıssada olduğu gibi bazı işlevsel davranışlar dönemsel olup belirli şartlar altında (uysallığın çocukluktaki şiddeti engellemesi fakat yetişkinlik döneminde suistimale sebebiyet vermesi gibi) işe yaramaktadır. Aynı davranış zaman, mekan ve kişiler ayırt edilmeden genele yayıldığında yararlılığını kaybetmekte hatta büyük zararlara sebep olabilmektedir.
‘’Köylünün biri eşeğine şehirden tuz yüklemiş ve köye doğru yola koyulmuşlar. Dereye geldiklerinde eşeğin ayağı kayarak suya düşmüş eşek güç bela ayağa kalktığında yükünün hafiflediğini görüp sevinmiş. Gel zaman git zaman sahibi eşeğini alıp tekrar şehre gitmiş, eşek yüküyle beraber dereye yaklaştığında birden aklına önceki hadise gelmiş, yükümden kurtulurum ümidiyle kaygan taşa basarak suya düşmüş. Ancak eşeğin yükü bu sefer tuz değil süngermiş, süngerler suyu çektikçe çekmiş, eşeği yükü ağırlaştıkça sudan çıkması zorlaşmış ve hayatını kaybetmiş.’’
Hayatınızda bir şeyler sürekli ters gidiyorsa insanları ya da yaşanan talihsiz olayları suçlamayı bir kenara bırakıp taşıdığımız yükün cinsine bakarak dereye yaklaşmak en akıllıca çözüm olacaktır. Yükümünde, dereninde farkında değilim diyorsanız ruh sağlığı profesyonellerinden yardım alabilirsiniz.
Sağlıcakla kalın…
Hasan DURAN
Uzman Klinik Psikolog (Samsun Psikolog)
KAYNAKÇA
Güvenli Bir Dayanak John BOWLBY
Şema Terapi Jeffrey YOUNG
Süresi Sınırlı Dinamik Psikoterapi Hanna LEVENSON
Çok Boyutlu Terapi Uygulaması Arnold A. LAZARUS